Sayfalar

19 Haziran 2011 Pazar

BABALAR İÇİN..

İnternetten bulduğum güzel yazı ve hikayeleri ve öğretmenliğe ilk başladığım yıl 2003'te almış olduğum bir kitabı paylaşmak istedim...


‘Bana babanı bir cümleyle anlatır mısın?’

Geriye dönüp baktığımda, babamla ilgili anıların azlığı dikkatimi çekiyor. Sanırım bu hepimizin ortak bir kaderi.
Aslında bizim nesil, ihtiyacıyla, derdiyle ilgilenen, hem de onun için ölesiye koşuşturan babaların varlığıyla dolu. Ancak bu hengâmede, ihmal edilen, istenildiği hâlde yapılamayan birçok şeyler var. Çocuklar yakın bir ilgiyle büyüseler bile, ilişkilerde görünen o ki; sevgiye, öpüp koklamaya, karşılıklı muhabbet etmeye, el ele dolaşıp gezmeye, birlikte bir şeyler yapmaya pek fazla vakit ayrılamıyor.
Bir nesil bunu yaşadı. Biz de orta nesil sayılırız. Nasibim az diyemem. Çok şükür, gerekli ilgiyi de, sevgiyi de gördük. Ama şimdiki babaların çocuklarıyla olan ilişkilerine bakınca ve o sevgiyi onlarla paylaştıklarını görünce, insan biraz olsun ağrıyan, sızlayan bir yanını hissediyor.
Bir yanı güneş almayan bahçeler gibiyiz. Bir yanı güneş görmeyen meyveler gibiyiz. Bu üşümenin, bu soğukluğun faturası da evlâtlara çıkıyor. İnsan bir dara düştüğünde, bir sıkıntıyla karşılaştığında “Ah babam, vah babam!” diyor ama o kadar…
Evet, onun varlığı, sevgi olarak karşımıza çıkıyor. Unutmuyoruz. Gücü, büyüklüğü, evde ve işte üstlendiği görevler, her biri onu âlemimizde özel bir yere koymaya yetiyor. Baba, baba gibi bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Adam gibi bir adam…
Babaların da zaafları var... Babaların da işleri çok anneler gibi. Ara yerde evlâtlar, su verilmeyi bekleyen fidanlar gibi yapayalnız kalıyor bazen. Gelip geçerken herkes görüyor, bakıyor ağaca, fidana. Ama su vermek özel bir iş. Arada bir, su vermekle büyütemezsiniz o fidanı. Fazla verdiğiniz, ayarını kaçırdığınız su ise, öldürüyor onu. Hiç vermeyince de kuruyor fidanlar...
Şefkat böyledir işte. Şefkatin lüzumsuz ışığı boş yere dolaşırsa bir evlâdın etrafında, bazen onun aleyhine de oluyor.
Demek ki her şeyde olduğu gibi, evlâtlarımıza verilecek olan sevgide de, ilgide de dozu iyi ayarlamamız gerekiyor. Tâ ki evlâtlarımız yarınlarda üşümesinler. Köklerinden çürümeye yüz tutmasınlar. Hele hele sevilmediklerini hiç hissetmesinler.
O ilgisizliği, o sevgisizliği duyarak yaşayanlar, toplumun başına ve kendi hayatlarına çıban oluyor ilerde. Sevgi dediğin ne ki? Paylaşılması en kolay şey… Önce yüzün dönecek, göz göze geleceksin. Sonra elini tutup, başını okşayacaksın. Bir bûse konduracaksın; bir güle kondurur gibi o mis kokulu yanakların üstüne.
Cebini boşaltıp ona versen, hiçbir şey vermiş sayılmazsın. Sevginin yerini tutacak bir şey bulunmuş değil henüz. O değerde, o kıymette hiçbir şey yok. Babalar, anneler en kıymetli hazinenin sevgileri, ilgileri, şefkatleri olduğunu bilmeliler. Evlâtlar da bunu bekliyor zaten; çok şey değil. Paradan, puldan ne anlar bacak kadar çocuk?
Ama bir başını okşamadan çok şey anlar. Adıyla hitap edilmesinden çok şey anlar. Tam kızacağınız yerde, beraber kahkaha atmaktan çok şey anlar onlar. Ciddî bir meseleyi, bir anda oyuna dönüştürmek mümkün. Onun kalbini kırmaktan kaçınmak ile, babayla evlât arasında hiç unutulmayacak bir bağ kuruluverir hemen. Kırk yıl geçse üstünden, hiç unutulmayacak bir anı olarak kalır bu.
Evet, görünmeyen ama hiç anlaşılmayan bir sırdır. Bir bardak su, bir çiçeğe bir sene yetebilir. Nedir ki bir bardak su? Ama vaktinde vermek gerekir onu. Babaların evlâtlarına vereceği, onlarla paylaşacağı sevgi suyu da böyle, şefkat de böyledir. Gıdım gıdım değil, gürül gürül akıtmalı, cimrilik gösterilmemeli. Sevildiğini hisseden bir çocuktan daha güçlü bir kalp kimde vardır? Sevgide cimrilik olmaz.
***
Dünyaya geldiğimizde, ellerine verildiğimiz zaman duydukları sevinç, gözlerinde parıldayan o ışık, kalplerinde çarpan o duygu nasıl bir şeydi acaba? Hep merak etmişimdir. Bunu yaşayanlardan da duyuyorum, anlatıyorlar. Bazen anlatıyorlar. Her birinin ayrı bir hikâyesi var.
Bize güzel bir isim vermek, güzel bir hayat hazırlamak için didindiklerinden zerre kadar şüphem yok. Beraber gittiğimiz yerleri, özellikle de camileri, seyrettiğimiz filmleri, beraber yürüdüğümüz yolları, bisikletinin önüne oturup sıcacık nefesini ensemde hissettiğim o anları, birlikte olduğumuz o zamanları hiç unutmuyorum. O hatıralar da saklı bir yerlerde. Vakti geldiğinde Allah lütfediyor da hatırlıyorum çok şükür. Tekrar yaşamış gibi oluyorum her hatırlayışımda. Ne mutlu günlermiş o günler.

Çocukluğumun günleri yıl gibi, saatleri ömür gibi uzun geçerdi. Şüphesiz güneşin aydınlattığı bahçeler gibi güzeldi bunlar. Beraber köfte ekmek yemeklerimiz, bisikletinin, arkasında ya da önünde oturmalarımız… Beline sarılıp şarkılar söylediğim, ıslıklar çaldığım ve benim kahrıma her halükârda katlandığı o günlerin mazide kalmadığına inanıyorum.
“İnsanın ömür dakikaları insana avdet ederler.” (Mesnevî-i Nuriye, 183) Çekilen film, bir gün gösterilir. Yaşadıklarımız bize tekrar gösterilip tattırılır. O güzel anlar cennette de seyredilir inşâallah. Geçmiş, geçmişte kalmış değil, geçmiş, gelecek olarak önümüzde duruyor şimdi. Anılar, mazide değil geleceğe ait mutlu bir tablo olarak önümüzde duruyor. Açılmayı bekleyen ve içinde nice esrarengiz anıların saklı olduğu gizli bir hazine gibi hem de...

Boşuna yazmamış Dostoyevski Babalar ve Oğullar’ı. Babalarla oğullar arasındaki problemi çözecek tek şey sevgidir, ilgidir.
Belli bir yaşa kadar evlât, babasını arkadaş grubundan biri gibi görebilir. Öyle görmeye devam ettiği sürece, ona rakibane bir nazarla bakabilir. Ama işin iç yüzü öyle değil. Onlar ne söylüyorsa, bizim iyiliğimiz içindir. Ellerindeki metod, bilgi o kadardır. Onlar o malzemeyle, o imkânla en iyisini yapmaya çalıştılar hep. Manevî değerleri yok edilen meş’um bir devirden geçtiler. Biz, onların yaptığının yanında belki de hiçbir şey yapamadık. Gerçek kahraman, babalarımızdır. Hayatını evlâtları ve ailesi için yaşayanlardır.

***

Hiç yorum yok: